Ertuğrul Özkök: Bir mübadil bavulundan gelen kedi miyavlaması Türkiye’nin hikâyesi oldu

“`html

İzmir Yazılı Tekne ve Göç Hikayeleri

Tekne derken, kayık formunda, üzerinde “İzmir” yazılı olan albenili bir yapıyı kastediyorum.

Bu bir tekne ama kayıktan biraz daha geniş…

Üzerinde birçok bavul bulunuyor.

Aslında bunlar valiz değil, sıradan bavullar.

İlk bakışta bile, tanımayan birine bile kendi hikayesini anlatıyor.

Sadece gidiş bileti olanların hikayesi

Bu, bir göç öyküsü…

Bir anavatanı terkederek başka bir ülkeye göç eden insanların gerçek hikayesi…

Her yıl, her yüzyılda olduğu gibi, insanlığın çektiği acılara dair bir öykü…

Bu, hepimizin hikayesi.

Bir “mübadele anlatısı…”

Tek taraflı değil; iki tarafı olan bir anlatım…

Sadece gidiş bileti olan insanların hikayesi…

Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a; Yunanistan’daki Türklerin Anadolu’ya gönderilmeleri üzerine bir destan.

İşte, uluslararası sanatçı Ahmet Güneştekin’in açılışını yaptığı “Kayıp Alfabe” sergisini bu tekneyle keşfe çıkacağız.

Ahmet Güneştekin
Ahmet Güneştekin

Bavuldan gelen kedi miyavlaması bize hangi hikayeyi anlatıyor?

Teknenin çevresinde dönüyorum.

Birçok bavul var…

Halk bavulu adında bir şey keşfettim.

Ama beni bu bavul yüklü kayığa çeken başka bir şey var.

Bir kedi sesi…

Evet, bavullardan birinin içinden kedi miyavlaması geliyor.

Elbette o bavulun içinde gerçek bir kedi yok.

Ama bu sembolik ses insanın içinde bir huzursuzluk yaratıyor…

Çünkü bu, doğduğu topraklardan koparılmış bir canlının çığlığına benziyor…

Anadolu’nun Rum mübadilleri, kedilerini de yanlarında götürmüştür

Anadolu’dan Yunanistan’a zorlanan bir Rum, kedisini de yanına alıyor.

Gittiği yer, ne kendisi ne de kedisi için istenen bir yer değil gibi görünüyor.

Hiçbir insan, bu kedinin miyavlaması kadar acıklı bir ağıta dönüşemez.

Çünkü göçün trajedisini en güzel yansıtan ses bu…

Kedi sesleri

Kedileri sevmeyen bir vatana gitmek ne kadar doğru?

Bunu bilmiyorum.

Çocukluğumuzdan beri duyduğumuz şeydir.

Yunanistan, Osmanlı’dan bağımsızlığını aldıktan sonra iki şey yaptı.

Türklerin diktiği çam ağaçlarını kesmek ve Türklerin sevdiği kedileri öldürmek.

Eğer bu bavullardan birinde gerçek bir kedi olsaydı; bir Anadolu Rum ailesinin sevgiyle bağlandığı bir kedi…

O da, sevgi görmediği bir ülkeye doğru yol alıyor.

Söylediklerimiz, zorunlu göçün acımasız trajedisini daha iyi anlatıyor.

Bavullar arasından gelen kedinin sesi düşüncelerimi şekillendiriyor

Kayıp Alfabe, işte bu duyguları en çarpıcı melodilerle anlatmaya başlıyor.

Bir kedi sesi, beni derin düşüncelere dalmamı sağlıyor…

Tekne çevresinden ayrılamıyorum.

Sanatın gücünü bir kez daha hissediyorum, teknenin her iki tarafını dolaşırken.

Daha önce hiç böyle bir göçmen hikayesini bu kadar etkili anlatan bir şeyle karşılaşmamıştım.

Üzerinde “İzmir” yazılı bir kayık… Bavullar dolusu yük…

Ve kedi sesi…

Göç, yalnızca insanların değil; hayvanların da kaderi mi, yani…

Ne yazık ki, insanoğluna yüzlerce yıl boyunca yazıklar olsun…

Göç ve hayvanlar

Hrant Dink Meydanından Narin Oyuncak Evi’ne Yolculuk

Yürümeye devam ediyorum…

Bu sefer, tarihin karanlık dehlizlerinden geçen tanıdık isimlerle karşılaşıyorum…

Faili meçhul kalan cinayetlerin olduğu sokağa giriyorum…

Yüzlerce isim gözlerimin önünde canlanıyor…

Hrant Dink Adalet Meydanı… Tahir Elçi Adalet Sarayı… Musa Anter Sokağı…

Hafızam kesintisiz devam ediyor…

Abdi İpekçi Uğur Mumcu Çetin EmeçBedrettin Cömert

Aralarından bir isim gözüme çarpıyor.

Küçük bir isim…

Narin Oyuncak Evi…”

Narin Oyuncak Evi

Hiç büyüyemeyecek çocukların oyuncak evi

Sadece adıyla hafızalarımıza kazınmış olan küçücük bir kız…

Narin…

Herhangi bir suçlu gözaltında ama o, meçhul olan küçük bir kızdır.

Soyadı yok.

Ama yeri aşikar… Bir milletin gözyaşlarıyla yazılmış mektupların hepsi ona ulaşmış.

Bir dere yatağında kalmış, torba içinde küçük bir beden…

Kim anlatabilir ki bu hatıraları hepimize…

Kim daha zarif ve etkileyici bir biçimde bu küçücük ismi hafızama kazandırabilir?  

Bir sanatçı elbette…

Ahmet Güneştekin…

Ahmet Güneştekin

Bir lahitin altındaki yasak kitaplardan musalla taşı

Sergiyi gezmeye devam ediyorum…

Karşıma bir lahit çıkar…

Tabut olarak tanımlamak da mümkün…

Altında, yasaklı kitaplardan oluşan bir musalla taşı var.

Her biri yasaklanmış, yakılmış, yok edilmiş yazarların eserleri…

Kayıp bir alfabenin hatıraları burada yer alıyor…

Her biri gerçek bir imza taşıyor.

Diz çöküp bakıldığında o hüzünlü musalla taşındaki kitaplara göz atıyorum…

Bazılarını tanıyorum…

Bir kısmı ise kayıp olan kitapların sayfalarında gizlenmiş.

Yasaklı kitaplar

Gökkuşağı gibi rengarenk bir patchwork tarlası

Sonrasında, rengarenk bir dünyaya adım atıyorsunuz.

Anadolu’nun renkli kırkyamasından bir “patchwork” alanı…

Her bir köşesi size farklı bir hikaye anlatıyor.

Kimi sevda… Kimi kavuşma… Kimi de ayrılık…

Sevinç ve hasret iç içe geçmiş, gökkuşağı gibi üzerinize yayılır.

Hemen yanıbaşında gri bir Anadolu Guernika’sı

Ancak burası bir çelişkiler açısından zengin bir yer.

Rengarenk duvarların hemen yanında kurşun rengi bir duvar ve üzerindeki “Şeyler” gözlerinizin önüne seriliyor…

Bakın bakın…

O şeylerin adını siz koymak için bekliyor…

İsterseniz, 6 Şubat depreminin yıkılışından kalan kutsal emanetler deyin.

İsterseniz, Diyarbakır’ın Sur ilçesinin enkazından gelen eşyalar da karışmış…

Yarın gidecekseniz, belki bu alanın bir köşesine Kartalkaya’da yanmış vicdanlardan kalan birkaç parçayı da ilave edebilirsiniz…

Hangi köşeye ne koyarsanız koyun, hepsi aynı yere çıkacak…

Bu eser, bir Anadolu Guernika’sıdır.

Picasso’nun eserleri kadar güçlü ve ızdırabını vurgulayan bir duygu taşıyor.

Guernika benzeri eser

Bir Mezopotamya Guernikası, neyi anlatır?

O duvara bakarken fark ediyorsunuz ki bu yarım kalmış, tükenmeyen bir Guernika…

Burası, insanların üzerinden hiç geçmeyen “Bin bir gecenin, on bin bir efsanesinin” vatanıdır…

Mezopotamya işte burası…

Karşınızdaki “şey”, yıllardır tamamlanmayan, bitmeyecek, gizemini koruyacak bir bulmacanın bir parçası…

Kayıp ve meçhul alfabeler ülkesi burası…

Umutsuzluklarımız o kadar derinleşti ki…

Sanki her nesil kendi kayıp simgelerini bu duvarın bir köşesine yerleştirecek gibi hissediyorsunuz.

O utanç ve çaresizlikle kaçıyorsunuz; çünkü olumsuz suçlamaların gizli bir tanığısınız…

Çünkü sesinizi yükseltmeye korkuyorsunuz…

Karşınızda Davut’u bekleyen mermer kayalar

Sonunda karşınıza muhteşem bir mermer kaya çıkıyor.

El değmemiş, doğal bir mermer…

Üzerinde harfler beliriyor.

Kayıp bir alfabenin keşfedilmeyi bekleyen harfleri…

Ve altında, insan elinin hiç değmediği mermer…

Sabırla, Tanrı’nın elinden gelen ilk dokunuşu bekliyor…

Bernini’nin o mermeri muhteşem bir kadın formuna çevirmesi sürecini, sonra ise o form üzerindeki erkek gücünün baskı oluşturma kanıtı haline dönüşmesini hayal ediyorsunuz.

O an kayıp alfabenin başıbozuk harfleri, tüm kayıp mesajları size iletmiş gibi hissediyorsunuz.

Kayıp alfabe

Bu bir sergi değil, bu bir “oradaydım” bienali

Hayır, bu sadece bir sergi değil.

Bir bienal gibi bir şey…

Feshane sanki kayıp Atlantis’te yer alıyor olup, orada olmanın verdiği “oradaydım” hissinin merkezine yerleşmiş.

Çıkışta içimden bir ses fısıldıyor: “Ben de oradaydım…”

O zaman anlıyorsunuz ki bu bir “Arkadaş, ben de oradaydım” bienali…

O nedenle bu sergiyi ziyaret edin diyorum…

Güneştekin’in İzmir “Gavur Mahallesi” sergisine 3 milyon ziyaretçi

Velhasıl, Türkiye’deki yılın sanat olayı bu…

Belki daha uzun süre böyle kalacak.

Umutsuzluklar içerisindeki bir millet olarak, modern sanatın gücü, o an orada sizlere dünyanın kayıp alfabelerini bulma umudunu veriyor.

Ahmet Güneştekin’in geçtiğimiz yıl İzmir’de düzenlediği “Gavur Mahallesi” sergisini, 3 milyona yakın insan görmüş…

Son bir haftadır bakıyorum, bu sergi de benzer bir ilgiye sahip.

Trafiği kilitleyecek kadar ilgi uyandıran bir sergi…

Türkiye, ilk kez bir sergiyi gezmek için trafiğe takılma duygusunu yaşıyor.

Bugüne kadar bu kadar çok yabancı sanatçı ve gazeteci ile karşılaşmamıştım

Türkiye bu sergiyi anladı.

Ama açılışta görüyorum ki, dünya da anladı…

Açılışta 60’a yakın yabancı küratör, sanat uzmanı ve gazeteci yer aldı.

Aralarında Christopher Tannert gibi tanıdık bir isim var.

Berlin’in Künstlerhaus Bethanien projesinin müdürü olan Tannert, büyük sergilerin küratörlüğünü yapıyor.

Mesela Paolo Marino var.

La Gazetta del Mezzogiorno, ARTE, Rolling Stone gibi prestijli dergilerin yazarları arasında.

Örneğin, 2011’de Venedik bienalinde İtalyan pavyonunu hazırlayan Gianluigi Calin mevcut.

Bild gazetesinin eski genel yayın yönetmeni ve Almanya’da önemli sergiler düzenleyen vakfın yönetim kurulunda bulunan Kai Diekmann burada.

Listeyi yazarken, her biri sanat camiasında uluslararası başarılar elde etmiş kişiler olarak öne çıkıyor.

Kişisel olarak bugüne kadar Türkiye’de böyle seçkin bir sanat topluluğunun açılışına katıldığına tanıklık etmedim.

Sergi açılışının daha üzerinden bir hafta geçti.

Ama yabancı medyada yer alan yazılar, bu durumu net bir şekilde ortaya koyuyor.

Bir mübadil bavulundan gelen kedi miyavlaması, dünyanın dört bir yanından duyulmuş durumda.

ABD’nin yeni Başkanı Trump mülteci gönderirken, Türkiye’den yayılan bu miyav sesinin anlamı çok daha derinleşiyor.

Bu sergi hem Feshane’nin hem de Haliç tersane projesinin dünyaya açılışı oldu

Elbette İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu da burada kutluyor ve teşekkür ediyorum.

İstanbul’a çok etkileyici bir sanat mekanı kazandırdılar.

Gelen misafirlerin çoğu, Haliç’te bulunan Tersane Rixos’da konakladı.

Görüşmelerimdeki misafirler, otel ve konumuna hayran kaldıklarını belirttiler.

Bu sergi ayrıca Haliç ve tersane projesinin uluslararası toplantısı gibi bir anlama sahip oldu.

Galataport ve AKM’nin sunduğu lezzetler

Açılışta katılımcılara iki farklı yemek servis edildi.

Biri Galata Port’taki Frankie restoranında, diğeriyse Atatürk Kültür Merkezi’ndeki Biz restoranındaydı.

Her iki mekan da, lokasyonları, mutfakları ve iç tasarımlarıyla oldukça etkileyici ve şık.

AKM’deki yemeğe katıldım, gazeteci dostum Kai Diekmann ve eşi Katia Kessler ile birlikteydik.

Burası bir kültürel mekanın bu denli yoğun olmasına hayret kaynağı oldu.

Açılışta dikkat çeken isimler: Fettah Tamince ve Chobani’nin sahibi Ulukaya

Açılışa ve yemekteki dikkat çeken bir isim de Hamdi Ulukayaydı.

Chobani markası ile Amerikan yoğurt pazarında yüzde 30’a ulaşan Ulukaya, gerçek bir başarı hikayesi.

Öncelikle bir kahve markasını edinip, ardından San Francisco’nun en eski bira markasını devraldı.

O akşam Ulukaya ile birlikte birçok ilginç konuya değindik.

Onları başka bir yazıda paylaşacağım.

Şimdilik söyleyebileceğim, bu sergiyi ziyaret etmek için bir zaman ayırın…

Sanatı aşan bir “şey” bu…

“`

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir